Dünya Çevre Günü ve Bir Çam Fidanının Öyküsü

Dünya Çevre Günü ve Bir Çam Fidanının Öyküsü

Bugün dünya çevre günü, doğa ve bitkiler her zaman ilgi odağım olmuştur. İlk öykümü de gerçekten kendi diktiğim bir çam fidanından esinlenerek yazmıştım. Çevre günü sebebiyle buradan paylaşmak istedim. İyi okumalar.

PINUS BRUTIA

Sabah saat altıda alarmın sesi ile uyandı, elini yüzünü yıkadıktan sonra mutfağa gidip çaydanlığı ocağa koydu. Masanın üzerine iki tabak ile buzdolabından çıkardığı kahvaltılıkları yerleştirdi. Çay bardaklarını da hazırladı. Sinan daha uyuyordu. Aceleyle kahvaltısını etti. Giyindi ve eşine seslendi: “Sinan, ben çıkıyorum!”

Ablasını evinden aldıktan sonra, taşımacılar gelmeden yazlık eve varabilmek için yola koyuldular. En az iki saatlik yolları vardı. İki yanı ağaçlıklı, geniş otobanda yol alırken aklında varacakları yeşillikler içindeki ev ve orada yaşadığı anılar vardı. Çok net bir an canlandı gözlerinin önünde:                                             

Elinde sımsıkı tuttuğu şeffaf bir plastik kutuya bakıyor ve içinde duran bir karış boyundaki iğne yapraklı çam fidanını bahçede nereye dikmesi gerektiğine karar veremiyordu. Bir yıl önce taşındıkları bu yazlık evin bahçesinde sanki ondan önce tüm ağaçlar dikilmiş, bu fidana yer kalmamış gibiydi. Acaba tutacak mıydı? Büyüyüp güzel bir çam ağacı olacak mıydı? Bu yaşa kadar tek başına bir fidan dikmemişti hiç. Heyecanlanmıştı.

Çalıştığı  firmalardan  birinde  satış  sorumlusu  olan  Filiz,  yılbaşı  hediyesi olarak  vermişti  fidanı. Konuşurken arada durup dikkatlice ve garip bir şekilde insanın yüzüne bakan Filiz’in de kendisi gibi doğada vakit geçirmekten hoşlandığını öğrenmişti o gün.

Kutunun üzerindeki firmanın logosu bulunan etiketin altında “Kızıl Çam Fidanı” yazıyordu. Bir alt satırda yazanı dikkatli bir şekilde okudu: “Pinus- Brutia”. Bu, Latince adı olmalı diye düşündü.  Aklında kalması için tekrarladı: “pinusburutya, pinusburutya, pinusburutya…”

Bir şeyin akılda kalması için, en az on iki kere tekrarlanması gerekir demişti, ilkokul öğretmeni. Şimdilik bu kuralı bir kenara bıraktı, hele bir dikme işini bitirsin, tekrara sonra devam ederdi. Latince kelimelerin insanın aklına yerleşmesi pek kolay değildi ama bunu yapmak, ilgisini çekiyordu. Etrafındaki yeşilliğe, mavi gökyüzüne baktı; derin bir nefes alıp temiz havayı içine çekti.

Elinde kutu, şaşkın şaşkın etrafına bakınmaktan vazgeçti, içeri girip dedesine akıl danışmaya karar verdi. Alt bahçe kapısından girip merdivenleri bir nefeste çıktı.

Salonda kitap okuyan dedesi, kafasını kaldırıp yakın gözlüklerinin üstünden “ Dede! Dede! “ diye bağıran torununa baktı:

“Ne oldu çocuk, ne istedin?”

Ne kadar büyürse büyüsün dedesi için çocuktu işte.

Keşke onun kadar anlasaydı ağaçlardan, topraktan, çiçeklerden. Tabii dedesi kendisi gibi İstanbul çocuğu değildi, Karadeniz'de, köyde geçmişti çocukluğu. Doğayla ilgili şeyleri ondan öğrenmişti hep. İstanbul’da  beton  yığınlar  arasında  yaşayınca;  dokunarak,  koklayarak, tecrübe ederek  doğayı öğrenmeye olanak yoktu. Ancak bundan sonra, burada belki…

Fidanı evden en uzak noktaya, bahçenin kenarlarına doğru dikmesini söylemişti dedesi. Pencereden eliyle sağ alt tarafı işaret etmişti.

“ Ama orada yeterli toprak yok, taşlı orası.”

“ Olsun, çam ağacı az topraklı, taşlı yerleri sever.”

Çok olmuştu dedesi öleli, hızla geçmişti yirmi beş sene. Ne kadar da severdi bu evi! Şimdi satmak üzere  boşalttıkları evin kalabalık olduğu ilk  zamanları düşündü. Herkes bir aradaydı o zaman. Sırtı kapıya dönük pencereden dışarı bakarken gözü çam ağacına takıldı. O zaman nedenini sorgulamadan evden en uzağa, bahçe kenarına doğru diktiği; zaman içerisinde yoğun karlı geçen kış mevsimlerinde bazı dalları kırılsa da altında kalan ağaçlara geçit vermeyen, yirmi metre boyundaki bu ağacı neden oraya dikmesi gerektiğini, bugün artık anlıyordu.

“ Ayşe Hanım! Ayşe Hanım!” diye seslenen taşımacıya döndü. “ Ablanız buradaki kolileri almamızı söyledi.”

“ Biten kolileri alabilirsiniz, masanın yanındakileri…” dedi genç adama.

Nakliye şirketinin sahibi Ercan Bey hızlı hızlı, neredeyse nefessiz, şiveli konuşması; tıraşlı yüzü, marka jean  pantolonunun  üzerine  giydiği  siyah  tişörtü ve  kollarındaki  dövmeler  ile  İstanbul’a  en  azından biçimsel olarak uyum sağlamış, düzgün bir adama benziyordu. En üstte duran koliyi uzanıp aldı, kitapların ağırlığından bir an sendeler gibi olsa da Ayşe’nin kaldırması mümkün olmayacak ağırlıktaki koliyi, kolaylıkla alıp çıktı odadan.

Taşıma işinde iyi organize oldukları, her detayı düşünerek planladıkları ve gerekli olabilecek tüm alet edevat ile gelip hızlı ve dikkatli bir şekilde yüklemeyi tamamladıkları söylenebilirdi.  

Döndü, masanın üzerinde duran kitapları daha önceden bantlamış oldukları koliye koymaya başladı. “Mimar Sinan- Hayatı ve Eserleri” isimli kalınca kitabı, arabasına koyup yanında götürmek üzere bir kenara ayırdı.

Önümüzdeki  hafta  satış  bölümüne  yapacağı  sunum  için,  her  sezon  satışta olacak,  devamlı  stokta kalacak ürün tasarımlarını tamamlayıp teslim etmesi gerekiyordu.

Çevreye saygılı, sürdürülebilir tasarımlar yapmalıyız, demişti herkes toplantıda. Şirketin yeni çizeceği yol, bu doğrultuda olacaktı. Günümüzün yeni trendi buydu: “Sürdürülebilirlik”

Ayşe’ye göre, günlük hayattaki alışkanlıklarımız bundan elli altmış sene önce Türkiye’de yaşayan kuşağın alışkanlıkları gibi kalabilseydi, sürdürülebilirlik gibi kavramlara gerek olmazdı.

Ablası “ Ne kaldı burada?” diyerek son kontrolleri yapmak için odaya girdi. Kendisine nazaran daha aceleci ve telaşlı olan abla, odayı gözleriyle hızlıca taradı ve “Ooo, daha bir şey almamışlar buradan.” diyerek işin uzayacağını öngördü.

“ Başladılar almaya şimdi, ama yapacak çok iş var daha. Burası kamyona yerleşecek, bitecek, bir de gittiği yerde indirip yerlerine koymak var. Hiç acele etme.” diye yanıtladı onu Ayşe.

Bakalım İstanbul’daki evlerine nasıl sığdıracaklardı, buradan almayı seçtikleri eşyaları.

Perşembe,  cuma  günleri  için  işten  izin  almıştı,  izninin  bitmesine  üç  gün vardı;  bu  sürede  her  şeyi bitirebilirlerse iyi olurdu. Tamam, ablası da yardım ederdi ama düşündüklerinden daha fazla iş vardı. Sinan da gerekirse işten izin alsın diye düşündü.

Son koliyi de kapadı, pencereden çam ağacına şöyle bir göz attıktan sonra, ön kapıdan bahçeye çıktı. Yükleme bitmek üzereydi, hamallar oturmuş sigara içiyorlardı. Sonbaharda öğleden sonra esen, bu bölgeye has güneybatı rüzgârını hissetti yüzünde. Serin geldi hava; üzerindeki ince, naylon montun fermuarını yukarıya çekti.

Tüm işler bittikten sonra hep birlikte kapıdan çıkarlarken hâlâ yeşil ve canlı görünen bahçeye baktı: Güneş gören bölümdeki begonyalar son pembe çiçeklerini coşkuyla sergiliyor, çuha çiçekleri sonbahara merhaba diyor ve duvar kenarındaki çok yıllık çalılar önlerindeki kışa hazır şekilde rüzgârla birlikte sallanıyorlardı. Gökyüzünde bulutlar toplanmaya başlamıştı.

“Çalıştığım tasarımlardaki yeşil ve mavi renklerin tonlarını, bir daha gözden geçirmem gerek.” diye mırıldandı kendi kendine Ayşe.

 

14 Mayıs 2021 Sedef Özlem GÜNEYLİ

Yorumları görmek veya yorum eklemek için oturum açın